15 Şubat 2013 Cuma

Çöküş...

Dibin daha farklı bir dibi var mıdır? Yoksa bu gittiğim yol ne? Düşüş başladı mı durduramıyor insan, en azından yer çekimine karşı gelmemek de bir boyun eğme biçimi ya da muhalif olamadığın bir kural.

Bilmediğim ya da beceremediğim onca şeyin içine becerebildiklerimdeki rahatsız edici ilkeli hareket etme isteğim bir yolumu daha tıkadı. Popülarite denen aptalca şeyden kabuğa dönüş de güzel elbet. Darbelerin on yıl geriye götürdüğü ülkeler gibi ortada kalmak olsa da yolun sonunda kimseye bağlı olmamak en güzel ifadesiyle bağımsız olmak çok güzel. Ne geldiyse bundan geldi başıma gerçeği de çok gerçekçi bir şekilde hayatımın tüm alanına sindi.

Rezilce kaybetmektense güzelce kaybediyorum ama her kaybediş can yakıyor. Tüm bankaları havaya uçurma hislerimin depreştiği şu günlerde insanı maddiyata zorlayan bir sistemin bir adım ötesine gidemiyorsun. Ben bu sistemin bu çarkın dışına çıkacağım dediğin anda bankalar tokat olup patlıyor suratında. Hayatımın her alanında kaybediyorum her alanında tek bir şey kazanamıyorum. Böyle gitmez bu diyeceğim bir argümanım yok bir süre daha böyle gidecek. Önemli olan sanırım o bir süre boyunca hayatta kalabilmek. Kalırsam devam eder iyimserliğini taşımak istiyorum hayat adına.

Çok boktan olduğunu yinelemenin gereği olmadığını düşündüğüm şu hayattan öldüğümde güzel bir şeylerden bahsedemeyeceksek biz bunca hayatı niye yaşadık diyor insan? Gerçi yaşadık mı onu da diyor insan.

En güzel hayat da mı henüz yaşanamamış olandır?

3 Şubat 2013 Pazar

Oyunbozan


Kanun mu bu yalnızlık 
İçindeki yabancı 
El üstünde dururken kuyuya düşen 
Alnımda yazanlar mı? Aklımda kalanlar mı ? 
Oyunbozan mı haklı biri söylese 
Bak dinledim seni dokunmadım sana 
Dokunmadım kalan rüyalara 
Zarar ziyan döküldü ortaya 
Ölüm kadar rahatmış ayrılık
Ufak tefek birkaç sorun mu var 

Geçer geçer zaman şu an yalan 
Dedi ki bak silindi bak hafızam 
Hayat kadar yalanmış ayrılık 
Alnımda yazanlar mı aklımda kalanlar mı 
Oyunbozan mı haklı biri söylese 
Bak dinledim seni dokunmadım sana 
Dokunmadım kalan rüyalara 
Zarar ziyan döküldü ortaya 
Ölüm kadar rahatmış ayrılık 
Ufak tefek birkaç sorun mu var 
Geçer geçer zaman şu an yalan 
Dedi ki bak silindi bak hafızam 
Hayat kadar yalanmış ayrılık

30 Ocak 2013 Çarşamba

Feda...


 İstasyonda bekleyen kalabalığın arasında  yaşlı bir kadın gördüm. Kadın elindeki bavulu sanki geçmişini taşırcasına sıkı sıkıya tutuyordu.Birden bana doğru döndü , bu yaşlı kadını tanıyordum.Ama nerden tanıdığımı bilmiyordum.O fark etmeden uzun bir süre onu izledim.Tedirgin hareketgondaleri , etrafa ürkek bakışları onun farklı biri olduğunu ele veriyordu.Tanrıdan onunla aynı vagonda  yolculuk yapmayı diledim.Ancak onunla konuşursam hatırlayacaktım nereden tanıdığımı.

 Tamı tamına iki yıl olmuştu…İstanbul’dan Ankara’ya uzaklaşarak unutmak için gelmiştim.Neydi uzaklaştığım ?Gittiğim yere gelmemiş miydi ? Gelmişti.2 yıl önce sevdiğimi kaybettiğim şehre dönüyordum.Ümit öldürüleli 2 yıl olmuştu.Ölümden öte katledilişti bu ama ölüm deniyordu.Onu unutmak ancak uzaklaşarak olur sanmıştım.Unutamayınca tekrar geri dönüyordum.Trenimin kalkış saati gelmişti.Gözlerim yaşlı kadını aradı ve o da İstanbul yolcusuydu.Bu olay beni çok sevindirmiş ve onun olduğu taraflardan bir yere gidip yerleşmiştim.Tren hareket edene kadar ve ettikten bir süre sonraya kadar elimdeki kitabı okudum.

Okumamı bitiren cümle yaşlı kadından gelmişti ; “yemez misin?”Gülümseyen suratıyla bana baktı ve teşekkür ederek bir parça almıştım onun azığından. “Yolculuk nereye” dememle birlikte yüzü bir kez daha aydınlanmıştı.Oğluna gidiyormuş , üç dört senedir de görmüyormuş.Gülümsemesinde yine de bir burukluk vardı.Çok özlediğini söylerken hep gözleri doluyordu.Elindeki bavulu ise onca lafıma rağmen elinden hiç bırakmadı.Hiç sormuyordu , sadece anlatıyordu.Adını hiç söylemedi, hep “karam” diyordu. “Karam”… “Az dur da sana fotoğrafını göstereyim.Bak bakalım yakışıklı mı “karam” ?” dediğinde gülümseyerek bakmıştım.Cebinden çıkardığı fotoğrafı bana gösterdi.Göz ucuyla bakarken birden fotoğrafı elime aldım ve “bu mu senin oğlun” dedim. “Yakışıklı değil mi” dedi.Ben donup kalmıştım.Fotoğraftaki çocuk Ümit’ti.Ben Ümit’in annesiyle yolculuk ediyordum.Bir yerden çıkartacağım dediğim yer ise Ümit’in siyah cüzdanının resimlik bölümüydü.Zavallı kadın oğlunu görmeye gittiğini söylüyordu.

Bilmiyor muydu? “Geçen gün aradı.Karakoldaymış.Anne gel beni al , sen gelmezsen çıkartmıyorlar dedi.Bende onu almaya gidiyorum.Sakın yanlış anlama kızım, oğlum kötü bir şey yapmadı. Polisler yanlışlıkla götürmüşler karakola” dedi.Ümit ölmüştü , annesi yanımdaydı ve annesi Ümit’i almaya gidiyordu.Bir kaç konuşmadan sonra gerçeği bildiğini düşündüm.Bir ara bana “sen kime gidiyorsun” dedi. “Sevgilime” dedim.Oynadığı oyun bozulsun istemedim.O oğluna gidiyordu ve oğlu benim sevgilimdi.Onun oğlu yaşıyordu o zaman benim sevgilim de yaşamalı dedim.

Yol boyunca o bana oğlunu ben ona sevgilimi anlattım.İkimizin de gözleri dolu doluydu.Elinden bırakmadığı çantasından söz açıldı bir ara ve ona içinde ne olduğunu sorduğumda ; “bomba olacak değil ya a kızım” demişti.Ümit gibiydi.Beni o da böyle abartılı sözlerle geçiştirirdi.Üstelemedim.
           
 Uyandığımızda sabahın ışıkları camımızdan içeri girmiş ve bizi aydınlatıyordu. İstanbul’a sonunda gelebilmiştik.Ondan ayrılmamanın yollarını ararken onun teklifiyle dileğim oldu.Bana oğlunun kaldığı karakolun yerini bilmediğini elinde yazan adrese nasıl gideceğini sormuştu.Onu oraya getirme teklifimi olumlu karşılayınca beraber yol koyulduk.Yolda köylülerinin dediklerinden bahsetti.Köylüler karakolda işkence olduğunu hele ki siyasi suçsa zor çıkacağını söylemişler Zehra Teyzeye.Bana sordu , ne diyeceğimi şaşırdım ; “Korkma sen , bir şey olmaz.Onlar eskidenmiş.Polisler artık eskisi gibi davranmıyorlar , daha anlayışlılar.” Kendimin inanmadığı bu sözlerle Zehra Teyzeyi inandırabileceğimi sandım. Bir buçuk saatlik yolculuktan sonra oraya gelmiştik.O karanlık yer…Ümit’in ölü bedenini elimize tutuşturulduğu yer…Hesap bile soramamıştık.

Kendini asmışmış…Yalan!Zehra Teyze’ye gözlerim dolu bir şekilde “burası” diyebildim.Bana “buralarda bir tuvalet var mı , Ümit’im beni böyle görmesin, elimi yüzümü yıkayayım.” dedi.İndiğimiz andan itibaren elimde taşıdığım bavulunu da aldı ve gösterdiğim tuvalete girdi.Çıktığında bir gülümseme çökmüştü ki yüzüne o an ben bile Ümit’le görüşebileceğini sandım.Tekrar bavulunu taşımak için elime aldım.Bir öncekinden hafif gibi geldi , aldırmadım. “Sen gidebilirsin kızım” dedi.Onu bekleyeceğimi söyledim.Onunla aldığı cevaptan sonra konuşmak istiyordum. “Tamam” dedi ve girdi içeri.Ben heyecanla bekliyordum.

Oğlunun ölüsünün çıktığı yere o gülerek giriyordu.İçeri gireli iki dakika ancak olmuştu ki karakoldan bir patlama sesi yükseldi.Bina neredeyse yerle bir olmuştu.Ortalığı kaplayan toz dumanının içinden kaçarak bir sokak arasına girmiştim.Arkamı döndüğümde toz bulutu öylece duruyordu.Düşündüm , o çantada bomba vardı.Annesi oğlunun intikamını almak istemişti.Bavul hala elimdeydi.İçini açtım ve elbiselerin üstünde bir not vardı.Notta yazılanları okumaya başladım ; “Oğlum kocan , ben annen olmak isterdim.Ama olmadı.Sana düğününde beşi bir yerde takmayı da isterdim.O da olmadı.Sana verebileceğim ne Ümit’im var , ne de beşi bir yerdem.Sana ancak oğlumun intikamını hediye edebilirim…Seni oğlumun gönderdiği fotoğraflardan tanıyıp da seven Zehra Annen…”

Bahane...


-Merhaba,rahatsız ediyorum ama üst katınıza yeni taşındım. Daha yerleşemedim varsa sizde bir intihar bahanesi alacaktım.

Kadında şaşırmadan hiçbir iz gözlemlemedi ve kadında aynı kibarlıkla cevapladı:

-Hoşgeldiniz maalesef bizde de bize yetecek kadar var başka zaman inşallah.
Doğru fazlası olsa verebilecek içtenlikte ve gerçekçilikte bir kadına benziyordu. O telaşla evin dağınıklığını bırakıp çıktı dışarı. Yavaş adımlarla gezindiği sokakta köşedeki markete “hem bir su alayım hem de bahenem olsun adres sorarım” niyetiyle girdi. Adam o sırada televizyonda “ölemden öte köy var” isminde dini bir program izliyordu. İşi düştüğü için “selamun aleyküm” deme gereği duydu. Adam da uzun bir giriş cümlesinden sonra aleyküm selama geldiğinde istem dışı esnedi. “Bi’ soğuk su bi’ de…” Adam dönüp baktığında “neyse unuttum onu da dönüşte alırım” dedi.

Bahane bulmak o kadar zor olmamalıydı. Aslında bin bir türlü bahane var ama geriye öyle sağlam bir bahane bırakmalıydı ki kimse ağzını açıp da sövmeden ağıt yakabilmeliydi ardından. Hep hazırda bulundururdu aslında cesaret zamanları için sakladığı ama onu da geçen gün lise arkadaşına vermişti. Kendisi için o kadar da önemli değildi zaten zor da kalırsam diye saklıyordu onu da; ama sıkı bir Teoman dinleyicisine Teoman müziği bıraktıktan sonra ne dinleyeceğiz şimdi biz bahanesi yeter de artar bile!

Geçen minübüsü refleks olarak durdurdu ve bindi, ne kadar bozuk para varsa bakkalın verdiği parayı uzattı ve “pia’nın evine” dedi. Pia ne zamandır kayıptı ama sonunda yerleşik hayata geçmişti demek ki. Kaptanı da az uğraştırmamıştı. Adamcağız “ellerini tutabilsem pia’nın eksiksiz ölürdüm” derken belki de şu anda Pia’nın ellerini tutacak bu gittiği yerlerde. Minübüs’te çalan caz şarkıya eşlik ederken telefon çaldı  “he tamam, he, anladım, tamam kapat anladım” geçiştirmeleri içinde geçen konuşmanın ardından tekrar minübüs radyosundaki caza eşlik etti.

“Şimdiki cazcılar eskileri kadar iyi değil” diyen teyze olmasa devam da ederdi de, teyze hiç susmayınca “kaptan ilk aşıklarda indir beni” dedi. Kaptanın ışıkları tek tek geçerken aşık bulması zor olsa da kuytu bir köşede indirdi yaklaşık 5 dakika sonra. İndiği caddedeki ilk kafeye girdiğinde Ayten’i gördü. “Milyonkere Ayten” tek başına oturuyordu. Kısa sohbetten sonra “Ayten bana bi’ bahane lazım” Ayten kendinden emin “beni Markiz pastanesinde vurdular sen vurdun” dedi. Ezberlenmiş sözler gibiydi ama çok daha fazlasıydı aslında. “Ölülerin ne kendilerine ne de başkalarına bahaneleri olmaz” “Bahanenin adı da Ayten olacak değil ya” diyerek o kafeyi de terketti.

Kısa bir yürüyüşten sonra kentin en işlek boş sokağına vardı. Yine telefon çaldı; “anladım, çok iyi, peki, nasıl istersen,beni kandırmıyorsun değil mi, tamam hoşça kal bekliyorum”…Konuşmasının ilk saniyelerinden son anına kadar yüzüne gelen gülümseme kalıcı bir mimik gibi saplanmıştı çirkin suratına.  Yoldan geçen adama “ buranın en yüksek kaldırımı nerede” diye sordu. Adamın karışık tarifine rağmen sadece 3 “burası mı acaba” iç geçirişi ve sorusundan sonra kendi kendine bulabildi. En yüksek kaldırımın ucuna kadar gitti. Önce tükürdü yere doğru sonra tükürüğüne yetişmek istercesine bıraktı kendini. Aşağısı kan, aşağısı beton, aşağısı su, aşağısı intihar…İntihar etmek için sadece bir bahane…Telefondaki ses ne dedi? Bunu hiçbir zaman bilmeyeceğiz. Ama şu kesin ki bundan daha fazla mutlu olamayacağını o da biliyordu 30 yıl sonra gelen bu tebessümle…